13 Ağustos 2012 Pazartesi

R-Laser Cerrahisi

Prk 

Foto refraktif keratotomi refraktif kusurları kornea yüzeyinden bir miktar doku uzaklaştırarak düzeltmektedir. Aneztezik madde uyguladıktan sonra cerrah epiteli bir bıçak, fırça ile kazır.hasta fiksasyon ışığına bakarken laser bir dakikadan az bir sürede yeterli dokuyu ortadan kaldırarak kornea yüzeyine yeni bir görünüm kazandırır. 

PRK sonrası göz bir sonraki sabaha kadar kapalı tutulur. Lazer uygulanan bölgenin epiteli iyileşene kadar hastalarda üç beş gün sürebilen bulanık görme ve rahatsızlık hissi görülebilir. Post operatif olumsuzluğu ortadan kaldırabilmek için göz damlaları, ağrı kesiciler ve kontakt lensler kullanılabilir. Kornea yüzeyinin iyileşme hızı her insanda farklı olabileceğinden gerçek sonuçlar birkaç günden birkaç aya kadar değişebilen zamanlarda anlaşılamıyabilir. PRK düşük ve orta dereceli miyop tedavisi için uygun görülmektedir.


Lasik 

Lasik (laser insutu keratomileusis) kornea yüzeyi altındaki dokuyu uzaklaştırarak refraktif kusurları düzelten bir yöntemdir. Bu yöntemde EXCİMER lazer ve lameller kerotoplasti birlikte uygulanmaktadır. Lameller kerotoplasti 1949’dan bu yana yüksek dereceli miyoplarda ve orta dereceli hipermetroplarda çok sık olarak uygulanmayan bir yöntemdir. Bu yöntem yakın zamanda mikrokerotom adlı alet sayesinde gelişme imkanı bulmuştur. Bu alet sayesinde kornea’nın çok ince tabakası flep şeklinde kaldırılmakta sonra mikrokerotomun ikinci bir hareketi ile kornea içinden bir miktar doku uzaklaştırılmaktadır. 

Lasik sayesinde mikrokerotom ile ikinçi geçiş yapmak yerine daha yüksek doğruluk payına sahip excimer laser ile korneal doku ortadan kaldırılmaktadır.uzaklaştırılan doku miktarı lazer ışınınının boyutuna,biçimine ve atılan şut sayısına göre değişmektedir. Daha sonra korneal flep eski yerine kapatılmakta bağlanma birkaç dakikada gerçekleştiğinden uygulama sonrası kapatma gerekmemektedir. 

Korneal flep’in sadece dış kısmı iyileşme gösterdiğinden görmenin düzelmesi daha hızlı gerçekleşmekte ve hastalarda post operatif ağrı meydana gelmemektedir. Ayrıca skarlaşma. korneal bulanıklık lasik ile daha az meydana gelmekte ve post operatif medikasyona PRK’ya göre daha az gereksinim duyulmaktadır.Lasik ile düşük ve yüksek seviyedeki refraksiyon kusurları düzeltilebilmektedir.Mikrotom kullanımı sebebiyle PRK’dan farklı olarak LASİX’in başarısı cerrahi tecrübeye dayanmaktadır. 

Laser tedavisi için aday mısınız?

Genel olarak sağlıklı bir kornea’ya sahip olan ve gözlük reçeteleri son bir yıldır değişmeyen hastalarda laser tedavisi uygulanabilir.bazı medikal durumlarda ve hamilelerde bu yöntemin uygulanması uygun olmayabilir. 

Gerçekçi beklentiler..

Laser cerrahisi olmak için karar vermek kişinin kendisine düşmektedir.Gerçekçi beklentilerin olması ve kararın umuttan ve yanlış kavramlardan ziyade gerçeklere dayandırılması gerekmektedir.Refraktif cerrahinin amacı kişinin gözlük veya kontakt lense olan bağımlılığının ortadan kaldırılmasıdır. 

Laser tedavisi her zaman 20/20 hatta 20/40 düzelme sağlamamaktadır.40 yaşlarında ortaya çıkan ve yakın gözlüğü kullanılmasını gerektiren presbiyopi lazer ile şimdilik yeteri kadar düzeltilememektedir. 40 yaşın üstündeki miyop için laser tedavisi olanlar yakın gözlüğe gereksinim duyabilmektedir.Bu konulara doktorunuz size karar verebilmemiz için ek bilgiler verecektir. 

İlk adım

Göz sağlığınız ve refraktif kusurununz için daha fazla bilgi edinmek görme özgürlüğünüz için atacağınız ilk adımdır. Bunun için göz doktoruna gitmeniz yeterlidir. Laser tedavisi ile görme kusurunuzun düzeltilip düzeltilmeyeceğini daha kapsamlı testlere ihtiyaç vardır. Bu bilgiler size ve doktorunuza sizin için en iyi olanı seçme imkanı verecektir.

Gebelik ve diabet

Tüm gebeliklerin % 2-3’ünde diabet görülmektedir. Bu hastaların % 90’nında şeker hastalığı ilk defa gebelikte görülür (Gestasyonel Diabet), diğer %10 hastada ise diabet gebelik öncesinde de vardır. 1921’de İnsulin’in bulunmasından önce diabetik olan hastalarda gebelik nadir görülmekte ve yüksek anne ve bebek ölümü ile sonuçlanmakta idi. Takip ve tedavi yöntemlerindeki ilerlemeler ile %65 olan bebek ölüm oranı günümüzde %2-3 lere indirilmiştir.

Diabetik olan gebelerde yüksek oranda bebek ile ilgili sorunlar görülmektedir. Bu direkt olarak anne adayının kan şekerinin yüksek olmasına (hiperglisemi) bağlıdır. Anne kanında yüksek olan kan şekeri plasenta (çocuğun eşi) yolu ile bebeğe geçer ve bebek kanında şeker düzeyi yükselir. Bu olay bebeğin geliştiği ilk aylarda olursa bebeğin gelişiminde bozukluklar olur, sakatlıklar ve düşük görülür. Gebeliğin daha sonraki aylarında ise bebeğin aşırı büyümesi (makrozomi), akciğerlerin gelişiminin gecikmesi ve doğumdan sonra bebekte solunum problemleri gelişmektedir.

Diabetin Anne ve Bebek Açısından Başlıca Riskleri:

1-Anne karnında bebek ölümü: Günümüzde daha az görülmesine rağmen annede diabetik damar hastalığı ve preeklampsi olması veya kan şekeri yüksek seyreden gebelerde görülmektedir. Bebeğin anne karnında uzun süreli düşük oksijen alması sebeb olarak gösterilmektedir.

2- Konjenitel anomaliler (Doğumsal sakatlıklar): İnsuline kullanan diabetik gebelerde, normal gebelere oranla doğumsal sakatlıklar 2 ila 4 kat artmıştır (%5–10). Özellikle 7. Gebelik haftasından önce anne kan şekerinin yüksek seyretmesi bebekte anomalilere yol açmaktadır. Başlıca anomaliler merkezi sinir sistemi, kalp ve damar anomalileri, iskelet anomalileleri ve böbrek anomalileridir.

3- İri bebek (Makrozomi): Doğumun zor olmasına sebeb olur.

4-Hipoglisemi: Doğum sonrası bebekte kan şekerinin düşmesi görülebilir.

5- Respiratuar Distress Sendromu (Yenidoğanda akciğer gelişiminin tam olmamasına bağlı solunum güçlüğü): Bebeğin akciğerlerinin gelişmesi için gerekli olan surfaktan yapımı, bebekte yüksek olan insulin tarafından engellenir.


Tüm bu olumsuzlukların olmaması için önceden diabeti olan hastalarda gebelik öncesi yapılması gerekenleri şöyle sıralayabiliriz:

Riski yüksek olan hastaların tespiti: Diabete bağlı damar hastalığı, göz bozuklukları, böbrek hastalığı ve hipertansiyon olması riski artırır. Bunları araştırmak amacı ile göz muayenesi, elektrokardiogram (EKG) ve 24 saatlik idrarda protein atılımı ve kreatinin klirensine bakılır.

Erken gebelik döneminde görülen ve bebekte sakatlıklar ve düşüğe sebeb olması dolayısı ile yüksek anne kan şekeri mutlaka kontrol altına alınır.

Anne ve baba adayına gebelikte diabet hakkında bilgi verilir.

Nöral tüp açıklığı (bebeğin kafa kemiklerinde veya omurgasında açıklık olması) önlenmesi amacı ile hamile kalmadan en az 3 ay öncesinden başlıyarak, gebeliğin ilk 3 ayı boyunca günde 4 mg folik asit verilir.

Bu araştırmalar yapılıp, gerekenler yapıldıktan sonra gebelik boyunca belli zamanlarda bebek ile ilgili araştırmalar yapılır:

Gebeliğin ilk aylarında kanda Hemoglobin A1c (HbA1c) düzeyine bakılır. Bu bize gebedeki geçmiş 6-8 haftada kan şekeri seyri hakkında bilgi verir.

Gebeliğin 16. Haftasında anne kan örneğinde alfa-fetoprotein (AFP) bakılır.

Gebeliğin 13. Haftasında ultrasonogafi ile bebeğin başının gelişimine bakılır (anensefali?).

Gebeliğin 16-22. Haftasında bebeğin ultrasonografi ile ayrıntılı değerlendirilmesi yapılarak tüm vücut yapıları incelenir.

Gebeliğin 20. Haftasında bebeğe ekokardiografi yapılarak doğumsal kalp hastalığının olup olmadığı araştırılır

Gebelik boyunca anne adayının kan şekeri devamlı kontrol altında tutulur. Gebelik sırasında hedeflenen kan şeker düzeyleri şöyledir:

Kahvaltıdan önce: 60 – 90 mg/dL

Öğle ve akşam yemeği öncesi: 60 – 105 mg/dL

Tokluk (yemekten 2 saat sonra) kan şekeri: < 120 mg/dL Kan şekerinin düzenlenmesi amacı ile İnsulin dozlar ayarlanır. Diet olarak 3 ana öğün ve 3 ara öğün önerilir. Günlük kalori ihtiyacı kilo başına 38 kaloridir (2000 –2400 kalori/gün). Günlük alınan yiyeceklerin % 50 –60’ı karbonhidrat; %10-20’si protein ve %25–30’u yağdan oluşmalıdır. Toplam kalorinin %24’ü kahvaltıda, % 30’u öğle yemeğinde, % 33’ü akşam yemeğinde ve kalan %13’ü ara öğünlerde alınır. Ana hatları belirtilen bu diet için her hastaya diyetisyenlerce ayrıntılı diet listeleri hazırlanır. Gebelik boyunca önerilen kilo alışı 10–12 kilo olmalıdır. Gebeliğin son aylarına doğru anne karındaki bebeğin iyilik hali, sağlığı araştırılır. Bu amaçla gebeliğin 7. Ayından itibaren anne bebeğin hareketlerine dikkat eder. Nonstress Test (NST) olarak adlandırılan bebeğin kalp atım hızlarının belli sürede trase üzerinde kaydedilerek değerlendirilmesi haftada bir kez, 32. Haftadan sonra ise haftada 2 kez yapılır. Ultrasonografi ile bebeğin büyümesi ve genel durumu (Biofiziksel profil) değerlendirilir. Gerekirse bebeğin akciğerlerinin gelişmesini araştırmak amacı ile amniosentez (anne karnından su alınması) yapılır ve Lesitin / Sfingomyelin oranı ve fosfatidilgliserol bakılır. Gebelik boyunca iyi takip edilen, kan şekeri düzenli, bebeğin büyümesi ve sağlık durumu iyi olan gebeler normal doğum için 40 haftaya kadar beklenir. Yüksek riskli olan gebeler ( Kan şekeri kontrolsüz, damar hastalığı olan, bebeği iri (>4000 g) veya daha önce ölü doğum yapmış olan gebeler) 38 – 39. Haftalarda bebeğin akciğer gelişimi tamam ise elektif (planlı) olarak sezaryan yapılarak doğum gerçekleştirilir.


GESTASYONAL DİABET


Daha önce diabet hastalığı olmayan ve ilk kez gebeliği sırasında şeker metabolizmasında bozukluk görülen hastalar gestasyonel diabet olarak tanımlanır. Bu amaçla gebeliğin 24 ila 28 haftaları arasında “50 gr. Glukoz Tarama Testi” uygulanır. Bu test için herhangi bir saatte, aç veya tok olmasına bakılmaksızın 50 gr. Glukoz içeren su içirildikten 1 saat sonra kan şekerine (venöz plazma glukoz düzeyi) bakılır. Kan şekeri 140 mg/dL veya üzerinde saptanan gebelere 100 gr. OGTT (Oral glukoz tolerans testi) yapılır.

100 gr. OGTT testi için 3 gün herhangi bir yiyecekten kısıtlama olmaksızın ve günde 150 gr.dan fazla karbonhidrat alan hasta, testin yapılacağı gün sabah aç karnına ( 8-14 saat açlık) laboratuvara gelerek önce açlık kan şekeri için kan örneği verir. Daha sonra 100 gr. Glukoz içeren su içirildikten 1, 2 ve 3 saat sonra kan şekerine (venöz plazma glukoz düzeyi) bakılır. Bu test sırasında gebe oturur halde beklemeli ve sigara içmemelidir. Bakılan bu 4 kan şekeri düzeyinden en az 2 değerin yüksek çıkması gestasyonel diabet tanısını koydurur. 100 gr. OGTT testi için önerilen eşik değerler: Açlık kan şekeri: 90 mg/dL, 1.saat: 165 mg/dL, 2. Saat: 145 mg/dL ve 3. Saat 125 mg/dL dir. Eğer sadece bir tanesi yüksek çıkmış ise OGTT testi 32- 34. Haftalarda tekrar edilir.

Tanı konulmayan ve takip edilmeyen gestasyonel diabetli gebelerde bebeklerinde problem çıkması normal gebelere oranla 2 kat artmıştır. Bu nedenle gestasyonel diabet tanısı konulan hastalar daha sık aralarla takip edilirler (1-2 hafta ara ile). Önce sadece diyetisyenler tarafından düzenlenen diet ile takip edilirler. Diyetisyenler sizin kilonuza göre, yeme alışkanlıklarınızı da göz önüne alarak uygun bir diet hazırlarlar. Bu dieti uygulayan gestasyonel diabetik gebeler yemekten 2 saat sonra bakılan tokluk kan şekeri ile takip edilirler. Uygun diete rağmen tokluk kan şekeri düzeyi 120 md/dL. üzerinde saptanan hastalara insulin tedavisi başlanır. Pek çok gestasyonel diabetik gebede insuline gerek duyulmaz.

Bebeğin annne karnında izlenmesi ve doğum şekli yukarıda bahsedilen diabetik gebelerinki gibidir.

Gestasyonel diabet saptana gebeler doğumdan 6 hafta sonra 75 gr. OGTT testi yaptırarak şeker metabolizmaları araştırılır.

Bağışıklık Sistemini Güçlendiren Besinler

* Çok fazla grip ve nezle mi oluyorsunuz ?
* Boğazınız sık sık şişiyor mu ?
* Vücudunuzun değişik bölgelerindeki iltihaplanmalardan yakınıyor musunuz ?
* Sabahları kendinizi yorgun mu hissediyorsunuz ?

Cevaplarınız hep "evet" ise bağışıklık sisteminiz yeterince güçlü değil. Bu sistemin güçlü olması günlük yaşantımızda bizi ayakta tutar. Günlük beslenmemiz bağışıklık sistemimizin daha güçlenmesi açısından çok önemlidir. 

Gerekli olan besin öğeleri şunlardır;

B G vitamini (muz, patates, nohut, tavuk, balık, brokoli, buğday),
E vitamini (unlu gıdalar, yeşil yapraklı sebzeler, buğday, yer fıstığı),
C vitamini (çilek, brokoli, domates, patates, kurubaklagiller),
Beta-karoten (Turuncu, kırmızı sebze ve meyveler),
Çinko, demir, bakır,
Omega-3 yağ asitleri.

Unutulmaması gereken nokta, sözü geçen besinlerin, günlük öğünlerimizde bulunması gerektiğidir. Bu sayede bağışıklık sistemimiz güçlü ve sağlıklı olacaktır.

Dikkat edilmesi gerekenler ;
Günde en az iki porsiyon protein içeren gıdalar ve bol sebze yenmelidir.
Alınan şeker miktarı sınırlı tutulmalıdır. Yapılan araştırmalar şekerin akyuvarların bakterileri yok etme yeteneğini azalttığını göstermiştir. 100 gr. şeker içeren bir içeceğin iki saat içinde bağışıklık işlevlerini yarı yarıya düşürdüğü ve bunun en az beş saat sürdüğü belirtilmektedir.
Grip ve nezle sırasında içilen fazla miktardaki süt kulak enfeksiyonlarını artırdığından bu hastalıklar sırasında süt tüketimi sınırlandırılmalıdır.
Açık havada egzersiz yapılmalıdır.
Ateşli hastalıklarda bol sıvı tüketilmelidir.
Mikrobun yayılmasını önlemek için ellerin sık sık yıkanması gerekmektedir.
En önemlisi bağışıklık sistemi için gerekli olan "C" vitamini içeren meyveler, meyve suları, sebzeler bu dönemde de tüketilmesi gereken besinlerdir. .

İçsel Ritmin Eşiğinde Yaşam

Beynimizdeki bir metronom zamana ayak uydurmamıza, yaşamsal faaliyetimizi düzenlememize, konuşmaları anlamamıza yardımcı oluyor.

Hiçbir şey düşünmeden parmaklarınızla hafif bir ritim tutturun. Sonra birkaç dakika boyunca bu vuruşları sayın. Büyük bir olasılıkla her 600 milisaniyeye bir vuruş düştüğünü göreceksiniz. Bu da yaklaşık her yarım saniyeye bir vuruş anlamına gelmektedir.

Bu ritmi belirleyen nedir? Bunu araştıran bazı bilim adamları herkesin içinde nabız gibi atan bir metronomun bulunduğunu, bunun da tüm yaşamsal faaliyetlerin ritmini ayarladığını ileri sürüyor. Bu ritim duygusu yalnızca müzik yapmamıza yaramıyor; beyin ve vücut arasındaki koordinasyonu sağlıyor, Ritmzamana ayak uydurmamız için gereken alt yapıyı oluşturuyor, bilinmezliklerle dolu dünyamızda bizleri olumsuz yönde etkileyen olay akışını filtreden geçiriyor.

İçsel bir ritmin varlığına inananların başında Paris, Rene Descartes Üniversitesi'nden Carolyn Drake geliyor. İnsanların parmaklarıyla gelişigüzel tuttukları ritmin dikkati çekecek kadar birbirine benzediğini fark eden Drake, bu gözlemlerini şöyle ifade ediyor:''İnsanların yürüme hızlarına, kalp atışlarına ve bir bebeğin meme emiş hızına bir göz atarsanız hepsinin benzer bir ritmi tutturduğuna tanık olursunuz. Dışarıdan herhangi bir müdahale olmadığı zaman bütün bu faaliyetler üç aşağı beş yukarı aynı tempoyu tutturuyor.'' Bunu ilk kez 1940 ile 1950'li yıllarda bilişsel psikolog Paul Fraisse fark etti. Daha sonra 1970'li yıllarda Ohio State University'den nöropsikolog Mari Reiss Jones , fiziksel temponun içsel bir ritme ayak uydurduğunu, bunun da dikkatimizi belirli bir faaliyete odaklamamıza yardımcı olduğuna dikkat çekti. Diğer sinirbilimciler bu fikri kabullenmeye ilk başlarda pek yanaşmadılar, ancak zaman içinde yavaş yavaş bu içsel ritim kavramı kabul görmeye başladı.

Bilim adamlarının temel ritim fikrine sıcak bakmalarının bir nedeni de ''mutlak tempo'' adı verilen olgu. Buna en güzel örnek yetenekli orkestra şeflerinin dakikada 60 vuruşu veya notalarda yazan herhangi bir tempoyu şaşırtıcı bir hassasiyetle tutturmaları. Montreal, McGill Üniversitesi'nden Daniel Levitin herkeste bu yeteneğin olduğuna inanıyor. Son yıllarda gerçekleştirdiği bir deneyde deneklerden popüler bir şarkıyı söylemelerini isteyen Levitin, herkesin doğru tempoyu yakaladığını keşfetti. Levitin'e göre bizi yönlendiren içsel bir metronom olmadan bunu açıklamak mümükün değil.

Şarkı söylemenin veya enstrüman çalmanın dışında bu ritim ne işe yarar? Reiss Jones ve Drake' e göre insanlar dünyayı bir bilinç akışı olarak değil, tam tersi nabız gibi atan bir tempoya ayak uyduran kesintili bir süreç olarak algılıyor. Bu temponun hızını ise içsel bir metronom belirliyor. Görme ve işitme gibi duyular karşıtlık (kontrast) fikrine dayanır, çünkü dikkati nesnelerin değişiklik gösterdiği noktalara -örneğin bir nesnenin kenarı- yoğunlaştırmak o nesne hakkında daha fazla bilgi verir. Drake aynı şeyin zaman için de geçerli olduğunu söylüyor. Drake'e göre insanlar çevrelerini algılarken saniyede iki kez aldıkları örnekten yararlanır. Bunu yaparken de ses veya görüntünün değişiklik geçirip geçirmediğini kontrol eder. Kaldı ki insanlar için en ideal algılama aralığı bu iki vuruş arasındaki zaman dilimidir. Bu aralıkta bilgi filtreden geçirilir. Filtreden geçirilmeyen bilgi akışı, kişiyi veri bombardımanında boğar.

Drake kesintili algılama olgusunu şöyle açıklıyor:''İçsel ritim olmadan olayların bir diğerini izlediği gerçeğini algılayamayız. Veya bir notanın diğerinden daha uzun ya da kısa olduğunu fark edemeyiz. Temel ritim olmadan her şeyin aynı anda olduğu bir dünyada yitip gidebiliriz.''

Kuşkusuz tüm yaşamsal faaliyetleri ''600 miliseniyede bir''lik bir ritme uydurmak zorunda değiliz. Pek çok önemli olay bu zaman aralığının altında veya üzerinde cereyan edebilir. Dolayısıyla içsel tempo, dışsal ritmin değişimine ayak uydurmak zorundadır. Reiss Jones, ''Organizma ve organizmanın çevresi arasında çok karmaşık bir dans söz konusudur'' diyor.

İşte bu nedenle insanlar dış ritimlerine ayak uydurmakta zorlanmazlar. Florida Atlantic Üniversitesi'nden Ed Large , insanların ritmin yalnızca müzikte varolduğunu düşünmekle çok büyük bir yanılgı içinde olduğunu söylüyor.''Bir müzik parçasını dinlerken ritmini de hissedersiniz'' diye konuşan Large, ''Müzik çalarken notaların birbiri ardına sıralanışı ve aralardaki es'ler beyindeki bir osilatörü (salıngaç) harekete geçirir. Yeterli miktarda osilasyondan (salınım) sonra beyin ritmi yakalar. Ve beyindeki baskın ritim, müzikteki devirlerden birine uyum sağlar. Bu olguya 'ayak uydurma' denir. Bu olgu vücudu harekete geçirir, eller veya ayaklar tempoya eşlik etmeye başlar'' diyor.

Stockholm, Royal University College of Music'ten Bjorn Merker 'e göre karmaşık ritimler, vücudun sürdürdüğü basit kadansların (perdenin derece derece inmesi) bir varyasyonudur. Pek çok insan oldukça basit ritimleri tercih eder, çünkü bunlara ayak uydurmak kolaydır. Drake'in yürüttüğü deneylerden çıkan sonuçlara göre 400 milisaniyede bir vuruş olduğu zaman, beyin otomatik olarak bunun katları olan diğer osilasyonları -100, 200, 800 ve 1600 milisaniye- harekete geçirir. 5/3 gibi daha karmaşık bir ritim söz konusu olduğu zaman, ortalama bir dinleyicinin yeteneğinin üzerinde bir algılama gerekir. Bu da ayak uydurmayı zorlaştırır.

İçsel metronomu yeniden ayarlama gereksinimi, başka bir grubun varolan gruba katılımıyla ortaya çıkabilir. Konuya evrimsel bir bakış açısıyla yaklaşıldığında tek başına yaşayan bir hayvanın, diğer hayvanlarla ritim konusunda koordinasyonuna gitmesi yaşamsal fayda sağlayabilir. Örneğin bir grup şempanze hep bir ağızdan bağırmaya başlarsa çıkan sesin potansiyel bir eşe ulaşma şansı yükselir. Böceklerin bile çevrelerindeki seslere ayak uydurduğu gözleniyor. Örneğin ateş böcekleri, cırcırböcekleri çiftleşme dönemlerinde hep bir ağızdan bağırıp çağırarak, cinsel mesajlar gönderir.

Kitlesel iletişim

İnsanlar çiftleşmek için eş ararken hep bir ağızdan bağırıp çağırmasa da -diskolar hariç- kitlesel iletişimden yararlanır. Indiana, Notre Dame Üniversitesi'nden fizikçi Albert-Laszlo Barabasi ve araştırma ekibi opera veya diğer sahne performanslarında sanatçıları alkışlayan kalabalıkları inceledi. Barabasi'nin incelemelerinden şu sonuç çıktı: Dinleyiciler sanatçıları alkışlarken ilk baştaki hızın yaklaşık yarısına denk gelen bir tempoda senkronize olurken, alkışın çıkarttığı sesin gücü artıyor. Şempanzelerin hep bir ağızdan bağırmaları gibi dinleyiciler de senkronize bir alkışın daha etkili olduğunu fark ederler. Kürek çekme, dans etme veya toplu yürüyüş gibi faaliyetlerde aynı mekanizmadan yararlanılır. Lisan öğrenirken de ritim içgüdüsü devreye girer. Çocuklar lisan öğrenirken daha çok lisanın ritmi üzerinde yoğunlaşır. Önce basit kalıpları, daha sonra daha karmaşık kalıpları yanyana getirir.

Bu 600 milisaniyelik vuruşun nereden kaynaklandığına ilişkin pek çok varsayım ortaya atıldı. Reiss Jones'un yıllar önce ileri sürdüğü ''içsel osilatör'' kavramının bugün yalnızca basit organizmalar için geçerli olduğu düşünülüyor. Reiss Jones'un ilk önerileri beyindeki bir grup nöronun oluşturduğu içsel osilatörin bu frekansı sağladığı ile ilgiliydi. Ancak Drake gibi bu konuda ileri deneylere imza atanlar, bunun insanlar için geçerli olamayacağına inanıyor, çünkü tek bir osilatörün yüzde 10'un üzerinde frekans değişikliğine gidemeyeceği artık biliniyor. Kaldı ki tek bir müzik parçasında bile daha büyük oranlarda frekans değişikliği söz konusu. Bugün Reiss Jones da insanların beyinlerinde birden fazla osilatör ile doğduğunu düşünüyor. Çocuklar ilk başlarda bazı tempolar üzerinde yoğunlaşırken, bazılarını hiç kullanmayarak zaman içinde yok olmalarına yol açabiliyor.

Beyindeki ritim merkezi

Eğer ritim beynimizin içine bir yere -veya yerlere- kazındıysa, bunun nerede olduğuna ilişkin herhangi bir ipucu var mı? Milwaukee, Wisconsin Üniversitesi, Tıp Fakültesi'nden Nörolog Stephen Rao ve meslektaşları, insanların işittikleri ritme ilişkin karar verirken beyinlerinin hangi bölgelerinin faal duruma geçtiğini saptamak için ''işlevsel manyetik rezonans'' adı verilen bir teknikten yararlanarak beyni taradılar. Araştırmacılar, bu amaçla önce deneklere tek bir tempoda iki parça dinlettiler. Daha sonra farklı bir tempoda iki parça daha çaldılar. 17 deneğe bu iki tempodan hangisinin daha hızlı olduğunu belirtmesini istediler. Denekler yanıtlarını verirken, beyinlerinde iki bölgenin faal olduğu ortaya çıktı. Bunlar bazal ganglia -hareketleri koordine eden ve beyin kaidesinde bulunan gri hücreler- ve çeper lobları -konuşma ve uzamsal bilinci koordine eden bölge- idi. Rao bu bulguların ışığında, ritmi algılayan nöronların bu bölgelerde yer aldığına karar verdi.

Aynı bölgelerin geçen zamanın kontrolünde de rol oynaması çok büyük bir olasılık. Bazal ganglia bölgeleri ağır şekilde hasar gören Parkinson hastalarında zaman kavramının iyiden iyiye dejenere olması bu savı güçlendiren bir etmen. Dolayısıyla yaşlı insanların tempo tercihlerinin de yavaşlaması da bu etmenden kaynaklanıyor olabilir. Drake, yaşlanan kişilerin daha karmaşık bilgi yığınını koordine etmek zorunda kaldıklarını, bu nedenle beynin her bilgi yumağını işlemden geçirirken daha uzun zaman aralığına ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Örneğin araba kullanmak, bale yapmak gibi karmaşık eylemlerde iki ritmik vuruş arasındaki zamanın daha uzun olması gerekiyor.

Menopozun süresi uzuyor!

Rakamlar sizi endişelendirmesin ama, yine de söyleyelim: Türkiye'de 1900'lü yıllarda 600 bin olan menopozlu kadın sayısı, 2000'li yıllarda 10 milyona ulaşmış! Yaş ortalamasının kadınlarda 75'e yükseleceği 2025 yılında ise dünyada 1 milyar menopozlu kadın olacakmış!

Ama merak etmeyin, "korkulu rüyamız" menopoz, son 10 yılda gelişen tedavi yöntemleriyle artık eskisi kadar yaşamları olumsuz etkilemiyor. Ancak kadınların yaşam süresinin uzamasıyla doğru orantılı olarak, menopoz dönemi de uzuyor. Menopoz artık kadınların hayatının üçte birini kaplıyor.

Türkiye'de menopoz yaşı 48- 50

Menopoza girmeden önceki değişim süreci, geçiş dönemi "perimenopoz" olarak adlandırılıyor. Bu dönem, 39-50 yaş arasını kapsıyor. Türkiye'de perimenopoz ortalama yaşı ise 46.
ABD'de 51.4 olan menopoz yaşı, Türkiye'de 48-50. Doktorlar, 40 yaş öncesi menopozun "erken", 50 yaş sonrası menopozun ise "geç" olduğunu ifade ediyor.

Östrojen hormonu azalıyor

Menopoz döneminde östrojen hormonunun azalmasına bağlı olarak vücutta değişiklikler yaşandığını ifade eden doktorlar, şu bilgileri veriyor: "Bunlar; sıcak basması, terleme, sık tekrarlanan vajinal enfeksiyonlar, idrar kaçırma, hafıza kaybı, kalp hastalıkları gibi belirtilerle kendisini gösteriyor. Östrojenin azalmasından meme, kardiyovasküler, beyin, iskelet ve deri dokuları olumsuz etkileniyor. Menopoz sonrası koroner kalp hastalıkları riski 5 misli artıyor. Bunun nedeni, koroner damarlar üzerinde koruyucu etkisi olduğu belirlenen estrojenin azalması. Bu risk hormon tedavisi ile azaltılabiliyor. 55-59 yaş arası kadınların kalp hastalığı riski, 30-34 yaş arası kadınlara göre 5 kat fazla."

Kemik kaybı oluyor

Menopoz sonrası yaşanan hastalıklardan biri de kemik kaybı. Östrojenin azalmasıyla birlikte kemiğin iç yapısında meydana gelen değişiklikler kemik kırılmalarına yol açıyor. Kadınların yaşamları boyunca görülen kemik kaybının yüzde 75'i menopoz sonrası dönemde yaşanıyor.

Bu dönemde kemik kaybı 10 kat fazlalaşıyor. Türkiye'de kesin istatistik veriler olmamakla birlikte 50 yaş üzeri kadınlarda 2-3 kadından biri, yani 2-3 milyon kadın ostreoporozdan etkileniyor.

Menopoz sonrası dönemde görülen bir diğer hastalık da meme kanseri. Bu yüzden menopoz döneminde ultrason ve mamografiyi ihmal etmemeli.

Menopoz döneminde yapılması ve yapılmaması gerekenler

Sigara içmemek
Mamografi çektirmek
Hayvansal proteinlerden yüksek beslenme alışkanlığını bırakmak
Kolesterol seviyesinin yüksek olmaması
Kiloya dikkat etmek, spor yapmak
Sebze meyve ağırlıklı beslenmek
Bitkisel yağlar kullanıp, margarin kullanmamak
Beyaz et yemek, kırmızı et yememek
Tuz, şeker ve un çok aza indirmek

Sağlıklı yaşam için püf noktaları

Günlük hayat içinde dikkat etmediğimiz ya da aklımıza gelmeyen püf noktaları... Hepsi sağlığımız ve daha iyi bir yaşam için. İşte bilmeniz gereken "sağılıklı detaylar"...

Akut faranjitten nasıl korunursunuz?

Akut faranjitten korunmak için boğazın lokal ve vücudun sistemik direncini kırabilecek durumlardan kaçınmalısınız. Ağız hijyenine dikkat etmeli, zararlı maddelerden uzak durmalısınız. Aşırı sigara ve alkol alınmasından, çok demli çay içilmesinden, kola ve gazoz gibi asitli, bira ve şampanya gibi mayalı içkilerin tüketilmesinden kaçınmalısınız.

Konservenin zararı, taze gıdanın önemi

Besinlerin hazırlanması çok önemli ve bunun sağlığımızı etkilediği bilinen bir gerçek. Hazır besinlerde, özellikle konservelerden kaçınmalısınız. Çünkü konserveler hazırlanma esnasında bütün vitaminlerini kaybediyor. Bu yüzden taze sebze ve meyve ya da dondurulmuş gıdalar tercih edilmeli. Ayrıca yemeklerin bir gün önce yapılması ya da pişirilmesi esnasında kaynatmalar uzun sürdüğünde vitamin değerlerinde kayıplar ortaya çıkıyor. Ayrıca yemeklerin mümkün olduğunca günü gününe pişirilmesine ve buzdolabında kalma sürelerine dikkat etmek gerekiyor.

Banyoda selülit masajı

Eğer selülit probleminiz varsa banyonuzun süresine mutlaka 5 dakika daha eklemeniz gerekiyor. Bunun için bir masaj eldiveni ve selülit ürünü yeter. Her duşta selülitli bölgeye dairesel haraketlerle masaj yapın. Düzenli olarak yaptığınız takdirde kısa bir sürede sonuç alabilirsiniz.

"Kalsiyum ve C vitamini" takviyesine hazır olun!

Kalsiyum ve C vitamini, özellikle hastalıkların iyileşme dönemlerinde, yoğun çalışma temposunda fiziksel aktivitenin artması halinde, ayrıca gebelik ve emzirme dönemlerinde vücudun en büyük yardımcısıdır.

Hastalıklardan iyileşme, nekahat dönemlerinde kalsiyum ve C vitamini

Herhangi bir operasyon veya enfeksiyöz bir hastalığın iyileşme döneminde görülen genel güçsüzlük hali, iyi bir günlük bakımı kaçınılmaz kılar. Bu dönemlerde vücudun ihtiyacı olan kalsiyum ve C vitamini yüklemesi ile hem artan ihtiyaç karşılanır hem de daha önce uygulanan diyetler yüzünden vücutta eksik kalmış kalsiyum ihtiyacı da takviye edilir.

Artan fiziksel aktivite, spor ve yoğun çalışma temposunda kalsiyum+ C vitamini

Yoğun aktivitelerde bulunan kişilerde kalp ve sinirsel işlevlerin düzenli olarak yürütülmesi önem kazanır. Kas kasılması, sinir sisteminin korunması, kalbin düzenli çalışması gibi hayati önem taşıyan vücut aktivitelerinde yer alan kalsiyum, artan fiziksel aktivite karşısında vücudun yeni temposuna alışmasında önemli rol oynar.

Yoğun olarak kas gücünün kullanılması C vitamini ihtiyacını da artırır.

Bu dönemde vücuda ihtiyaç duyduğu kadar C vitamini sağlanmazsa, daha ileri tarihlerde ciddi C vitamini eksiklikleriyle karşı karşı kalınabilir.

Yaraların iyileşmesinde kalsiyum+ C vitamini

Yanıklarda ve ameliyatların ardından yeni oluşan dokularda elastikiyet sağlanmasının ve yeni doku oluşumunun hızlanması için vücudun en büyük yardımcısı yine C vitaminidir. Kalsiyum ise kan pıhtılaşmasına yardımcı oluşu ile yaraların iyileşmesine destek sağlayan en önemli mineraldir.

Gebelik ve emzirme dönemlerinde kalsiyum C vitamini

Gebelik ve emzirme dönemlerinde annelerin artan kalsiyum ve C vitamini ihtiyaçlarının karşılanması, bebeklerin sağlıklı gelişimi için oldukça önemlidir. Gebelik boyunca anne kendi kalbsiyum ihtiyacının yanında bebeğinin iskeletinin oluşması için gerekli kalsiyumu da sağlamak zorundadır. Emzirme döneminde annenin toplam kalsiyum kaybı 50 bin miligrama ulaşır. Bu eksiğin kapatılması hem anne sağlığı hem de bebek gelişimi açasından önemlidir. Yine aynı dönemde vücudun C vitamini ihtiyacı yüzde 60-70 oranında artmaktadır. C vitamini anne sütüne yoğun olarak geçtiği için bebeğin özellikle soğuk algınlıklarına karşı daha dirençli olmasını sağlar.